Bir romanda karşılaşmıştık seninle ilkin A şehrinden B şehrine giden. Ben kendimden kaçıyordum, sen kendini arıyordun! Gökyüzünde bir ay kâh sağımızda kâh solumuzda yorulmaksızın bizi takip ediyordu. Gecenin sessizliği sinsi bir çığlık gibi yüreğimizi parçalıyordu. Tanımadığımız insanların ağızlarından bilmediğimiz yabancı kelimeler çarpıyordu son sürat giden trenin camlarına. Yabani bir gürültünün soğuk ıssızlığında tanıdık sözler miydi bizi birbirimize bağlayan yoksa anlaşılmamanın kabullenilemez yalnızlığı mı? Belki de çoktandır unuttuğumuz ezeli bir şarkının notalarıydı ansızın kapımızı çalan? Karlı bir Paris akşamında mı karşılaşmıştık yoksa seninle şehrin ışıkları gecenin karanlık örtüsünü hafif hafif beyaza boyayan lapa lapa karlara eşlik ederken? İnsanlar lapa lapa yağan karın altında teker teker silinirken biz, sanki zaman durmuşçasına göğe bakıyorken. Yoksa yakamozların raks ettiği bir akşam mıydı Boğaz’ın sularında ellerimiz usulca birbirine sokulurken? Sessizce süzülen gözyaşlarımızı tatlı bir tebessüm silerken. Ne son vapura yetişme telaşesindeki insanlar görüyorlardı büyük yalnızlığımızı ne de nereli olduklarını umursamadığımız mağrur bir halde dolaşan turistler! Zaman yine durmuştu sanki ve kaderin kendince bir mizah anlayışı olduğu hiç bu denli aşikâr olmamıştı! Hani bazen bir şarkı takılır diline de açıverir ya mazinin en mesut sayfalarını tatlı bir meltem birer birer kafasına göre. İşte yine öylesine çalan bir şarkısın şimdi dilimde… Belki bir Attila İlhan şiirinden tanışıyoruz seninle belki de Nazım’ım dizelerinden! Sen baştanbaşa şiir, ben baştanbaşa şair! Gözlerin uyakların en zengini, gülüşün önüne çıkan her bendi yıkan bir mısralar sağanağı, sözlerin yoksulları sevince boğan inci tanecikleri. Belki Eminönü’nde güvercinlere yem atarken çarpıştık seninle belki ada vapurunda martılara simit; belki kalan son bisiklet için birbirine gülümseyen bizdik sararan yapraklar ayaklarımıza dolanırken Büyükada’da. Roma’da, İspanyol Merdivenlerinde elindeki kitabı düşüren sen değilsen; kimdi peki adı Türkçe olan bir romanı tutuyor olmanın şaşkınlığına altı çizili satırların aşinalığı da eklenince zamansızlığın ortasında dudaklarında bildik bir şarkıyla sağa sola bakınan beni ürkek bir merhabayla düşlerden düşlere salan? Hafif yağmurlu bir Barselona gününde, Gaudi’nin izinde ‘La Sagrada Familia’nın ‘Doğuş’ ile ‘Tutku’ cepheleri arasında koşuştururken Japon turistlerin arasından birbirimize gülümserken. Saraybosna’da, Baş Çarşı’da Aliya’nın kabrini ziyaretten dönüp de Boşnak mantısı yemek için son boş masaya aynı anda oturan biz değilmişiz gibi kırk yıllık bir aşinalıkla selamlaştıktan hemen sonra yine aynı anda ‘Off amma yorulmuşum bee!’ nidaları yerini teklifsiz bir kahkahaya bırakırken. Bir yaz günü şehzadeler şehrinde bunalıp da sıcaktan, Yeşilırmak’ın kıyısında elindeki dondurmasıyla ‘Kral Kayası Mezarlarına’ bu sıcakta nasıl çıkacağını düşünürken ufak bir dikkatsizlik sonucu dondurmasını önündeki adamın sırt çantasına bulaştırmaktan ölesiye utanan, oraların yabancısı olduğu her halinden belli olan Ferhat’ını aradığını bilmeyen bir Şirin’ken sen. Unutma ey talib, mucizeler kitabın kapağını açabilme cesaretini gösterebilenler içindir! Ve kalpler ancak sevgiyle huzur bulur.