Her sabah ihram(kefen)la evden çıkmak nereden baksan çok sarsıcı. Söyleyen neyi, ne kadarını kastetti bilinmez lakin okuyana tatlı mı tatlı bir ikaz güzel mi güzel bir hatırlatma. Yazıdan bağımsız bir küçürek anekdot: Veda Hutbesinde Hz. Peygamber (SAV), huzurda bulunanlardan üç kere şahitlik aldıktan sonra burada bulunanlar, burada bulunamayanlara duyduklarını anlatsınlar, anlatsınlar ki huzurda hazır olamayanlar, hazır olanlardan daha ziyade istifade edebilirler belki…Hatırlatması oradayken ihram(kefen) benzetmesi yazandan çok okuyana hitap ediyor, zannımca. Ama bu değil ki kim hangi benzetmeden daha fazla nasiplenir ya da nasiplenemez muamma! Değil, değil muamma ama yeterli şimdilik bu fasılda. Bu ifade (evden ihramla çıkmak) çocukluğumdan handiyse her gün tekrarlanan bir sahneyi anımsattı şimdi bana: Babam?) her sabah evden ayrılırken-ister az ötedeki bahçeye ister çok mu çok uzaklara giderken-anneme ?) hakkını helal et, gidip dönememek, gelip bulamamak var var, sözünü uhrevi bir eda ile terennüm ederdi. Onca çocukluğuma rağmen bilirdim ki bu ritüelde bir mekaniklikten, bir sıradanlıktan çok bir hayatı algılama şekli, bir yaşamı yorumlama, bir inancı ‘tahlillendirme’ söz konusuydu. Öylesine içten, öylesine samimi, öylesine kesin bir teslimiyet kaderine… Hatıralar sandığı bir kez açılmayagörsün kolay kolay kapanmazdı artık. Şairin (Can Yücel olsa gerek) ‘Hayatta Ben En Çok Babamı Sevdim’ şiiri nedense dolanıverdi şimdi dilime. Hayatta ben en çok babamı mı sevdim bilemiyorum ama bildiğim şudur ki insanları ve insana yakışır şeyleri sevmeyi lakin bu sevgiyi söylemektense (göstermek) gizlemeyi sanırım ondan öğrendim. Dediğim gibi örtüyü bir kaldırmayagör seni hangi acı ya da tatlı sürprizlerin karşılayacağı birazcık talihinizin insafına kalıveriyor. ‘Orada insafın namı yok mu?’ Galip Babayı da anmadan olmazdı. Sandıktı, örtüydü, kutuydu derken bahsi Pandoranın kutusu açılmadan kapatalım ve Mısır’a sultan olacaksan uğrayacak yolun mutlaka kuyuya bahsini sonraki bir yazıya havale edelim. Bu yazıyı da Müslüm Babanın bizi kederden kedere atıp duran ‘Sandık’ albümü eşliğinde dinlemeniz pardon okumanız şiddetle tavsiye edilir. “İnsanız ya canım etken ya da edilgen” Hepimiz neticede kendi tercihlerimizden sorumluyuz ve eylemlerimizin sonuçlarına katlanacak bilinçte ve olgunluktayız. Yazı her ne kadar sözün vücut bulmuş hali olsa da sözü yazıdan ayıran minicik bir nüans var zannımca. Yazılan yazandan çok okuyana aitken bir yerden sonra, söz her daim sahibinin boynunda sallanıp duran bir kolye, bir yafta!!! Yoruma açık bir dinlence: Kolye sahibini korumak, uyarmak, sürekli bir istim üstünde tutmakla daha çok ilgiliyken; yafta, sahibine, bir boyunduruk, bir deli gömleği, bir kement belki de! Belki de amansız bir cendere! Şairin; ‘Ellerinden belli olur bir kadın’ dizesine koşut gelir mi bilemem ama sözlerinden belli olur her insan. Ve ‘Bir insanı sevmekle başlar her şey.’ Dediği yer de tam olarak burası olsa gerek Sait Faik’in. İşte onun için cancağızım bu şarkı ondan hem biraz nadan hem biraz noksan hem birazcık hafakan hem de rafadan! Şimdi sen söyle ey talib, kuyudaki sen misin ben miyim? Yağmuruna küskün bulut sen misin ben miyim? Toprağına dargın buğday sen misin ben miyim? “Ben de sorardım mesela insanlar neden ağlar?” Cevap vermezden evvel masa örtüsüne dair metaforik bir söylence: Adı üstünde mevcudiyeti bile ismindeki nesneye bağlıyken. Kendisinden kat be kat-kıyasa gerek yok ya- değerli bir şeyi korumak için orada olduğu besbelliyken. Hürmeti gizlediğinden, ihtimamı örttüğünden, saygınlığı sakladığından, güzelliği kendisine o ismin verilmesine sebep olandanken; gören/duyan/bilen bir göz(gönül) için örtünün, mahfazanın kıymeti ancak ve ancak sahibinin hatrı kadardır, vesselam. “Çünkü dokunamayacağım kadar yakınsın.” Gönül dediğin enteresan bir durak insanda. Akıl sır erdirilemeyen bir konak uğrayana. Gizemlerle dolu bir köşk yol düşürenlere. Ucu bucağı olmayan bir kitap okuyabilenlere. Eşsiz bir şarkı duyabilenlere. Tükenmez bir hazine kazabilenlere. Ama gel gör ki başı apak bulutlarla yarışan koca koca dağları, tepeleri, deli deli akan gümrah ırmakları, nehirleri yüklenir de bana mısın demezken insan; bir kuş kanadının altında yerle yeksan olur da şaşar kalırsın görünenin görünmeyenden sadece bir damlacık olduğuyla. “Duvar yıkıldığında taşlar özgür kalır ama gidemez.” Şimdi sen söyle ey talib, kuş kanadı kalem olsa yazılır mı yazılmaz mı benim derdim? Sanma ki şikâyet makamındayım. Sanma ki nazla niyazı karıştırmaktayım. Sanma ki ne sefasından ne de cefasından azadeyim hayatın. Sanma ki … Ey talib, şimdi ben susayım da biraz sen dinle… * Alıntılar Furkan Çalışkan’ın ‘Kabahatler Kanunu’ adlı kitabından.