Düşen Yapraklar

Düşler biriktiriyorum nicedir uçurtmaların kuyruğuna takılı. Şarkılar öğretiyorum kuşlara, unutmasınlar diye yüreğinin güzelliğini. Yağmurlara karışıp dolaşıyorum şehri bir baştan bir başa ayak izlerine gönül düşürerek. Akşam kızıllığı kenti bir yangın yerine dönüştürürken camlara yansıyan gülüşünde yüzümü yıkıyorum ellerinin sıcaklığı yüzümde. Sahildeki bankaları dolduran çiftlerin gözlerindeki ışıltıdan anlıyorum biraz önce geçtiğini buralardan ve her yana sinen rayihandan. Havanın karardığını ilan eden sokak lambalarının bir bir yanışından ve denizin şehrin gürültüsünü yutan sessizliğinden biliyorum ki kader diye bir şey var. Ceplerimde hayallerim, adımlarımda umutlarımla ben kader yumağında kendi ilmeğimin peşinde bir seyyahım sadece. Ruhundaki müziği duymayanlar için dünya bir çölden, bir seraptan başka nedir ki? Kendi suretlerine meftun olanların tabiatın renklerine aşina olmalarını beklemek nasıl beyhude bir umutsa; sevginin her zerresini gönlünde duyanların neşideleri de o denli hüsnü kabule matuftur bendenizce ve de ziyadesiyle alkışı hak etmektedir. Buğusu üzerinde, rengi kıvamında sahile karşı içilen bir çayın insana verdiği huzur gibisi yoktur; hele bir de o çaya eşsiz bir muhabbet eşlik ediyorsa. Deniz gerek dinginliğiyle gerek hırçınlığıyla gerekse de çağrıştırdığı duygu ve düşüncelerle her daim insana ilhamlar bağışlayan bulunmaz bir dost olmuştur. Çığlık çığlığa martıları, gürül gürül motorları, birbirileriyle yarışan, birbirlerine karışan düdükleriyle Boğaz’ı çizgi çizgi yaran vapurları, o vapurlardaki her biri başlı başına birer öykü, birer roman olacak hikayeleri saymıyorum bile… Hayatın bizlere sunulmuş bir hediye olduğunu nedense unutup duruyoruz gereksiz gündemlerin içinde. Çoğunlukla da bunu bile isteye yapıyoruz. Öyle makul ve mantıklı bahaneler buluyoruz ki tüm bu yaptıklarımıza günün sonunda kendimiz bile inanıveriyoruz hayatın böylesi yaşanması gerektiğine. Oysaki insan gelmiş olamazdı rutin bir yaşama kendisini hapsetmek için dünyaya. Her şey aynı olacaktıysa ve hiçbir şey değişmeden tek düze sürüp gidecektiyse ne anlamı vardı ki bunca rengin, bunca sesin, bunca duygunun, bunca kuşun, kelebeğin, çiçeğin, insanın, soğuğun, sıcağın, gecenin, gündüzün, yazmanın, konuşmanın, düşmenin, kalkmanın, gülmenin, ağlamanın, …? İnsanoğlu, işte insanoğlu. Pandoranın kutusu gibi içinden ne çıkacağını kestir kestirebilirsen! Bir bakıyorsun yaşam pınarı, arkanı dönüyorsun gayya kuyusu. Bir yanı bahar bahçe, bir yanı dipsiz bir kuyu. Az önce can ciğer kuzu sarması, köşeyi dönünce uğursuzun teki, adam azmanı, şeytanın ortağı. Farkındayım kaç zamandır şıkır şıkır, cıvıl cıvıl başlayan yazılar yarı yolda sararıp solmuş, dalından düşmüş ayaklar altında ezilen, gelip geçenlerin pek umursamadığı güz yapraklarına dönüp duruyor. Mavisini yitirince yazı kara kara bulutlar, öbek öbek çöküyor ansızın üstüne. Belki de bazen oluruna bırakmak gerekiyordur her şeyi olabildiğince. Her şeyi düzeltmeye çalışmanın bir sonucudur belki tüm bu yaşananlar, belki de değildir! Bak yine içemedik ağız tadıyla bir çayı daha ve yağmur da yağmıyor ama ölüyor çocuklar içimizdeki insanlıkla birlikte. Umut güzel şey, ümitli şey belki ama umut etmek de bir yere kadar…