Pencere önünde sardunyalar, fesleğenler, orkideler… Saçlarında papatyalar, nergisler, menekşeler…Kitap sayfaları arasında kurumuş gül yaprakları, karanfiller, hercai menekşeler…
Kapı kapalı, kapı aralık, kapı ardına kadar açık.
Çepeçevre hanımelleri, sarmaşıklar ve begonvillerle kaplı kapıdan kimse çıkmadı saatlerdir dışarı. Yarı aralık pencerenin önündeki kırmızılı, beyazlı, sarılı, yeşilli çiçeklerin kahverengi saksılarına ilişti gözü. Oradan da açık maviyle beyazın karışımı olan evin duvarlarında dolaştı durdu gözü bir süre.
Sarı, pembe, mor, kırmızı, mavi çitlerle çevrili bahçenin güllerce koruma altına alınmış köşesinden hafif bir rüzgâr, ardına kadar açık olan ve ne kimsenin girdiği ne de çıktığı hanımeli, sarmaşık ve begonvillerle sarılmış kapıdan ruhunu gıdıklayan hoş kokular taşıdı burnuna.
Çıkmaz bir sokaktı burası. İki katlı ve bahçeli evlerin birbirine yarenlik ettiği çıkmaz bir sokak. Sokağın hemen yanı başıysa kır çiçekleriyle donanmış upuzun bir düzlüktü. Sokak taşlarının arasından fışkıran yabani otlara, tek tük duvar diplerinden hayatı selamlayan allı morlu menekşelerle minik minik papatyalar eşlik ediyordu. Tabiat boşluk kabul etmeyen usta bir fizikçi gibi her bir boşluğa kendi sanatından ulufeler dağıtmayı ihmal etmemişti bu minicik yarım sokakta.
Bunca çiçeği yıllar sonra yeniden bir arada görmek onu, çocukluğunun yemyeşil, bembeyaz bahçelerine, rengarenk baharlarına; dupduru derelerine, masmavi göklerine, gürül gürül, ışıl ışıl yaşlarına götürdü.
Çocukluğu, kapısı hanımeli, sarmaşık ve begonvillerle sarılmış şu kapıdan kendisine koşacakmış gibi hissetti bir an. Ve kapalı pencerenin birdenbire açılarak annesinin o çiçekleri kıskandıran yüzünden önce kendisine ninniler söyleyen büyülü sesinin dalga dalga kulaklarını okşamasını bekledi bir süre gözleri kapalı.
Ağaçların ağaç, suların su, meyvelerin meyve, çiçeklerin çiçek, insanların insan ve çocukların çocuk olduğu o güzel ve masum günler, şu çıkmaz sokakta, kapısı hanımeli, sarmaşık ve begonvillerle sarılmış kapının yaslandığı badanası eskimiş, biri kapalı diğeri yarı aralık pencerelerindeki saksılarda oynaşan çiçekler, sundukları senfoniyle yaşamın ne denli büyük bir mucize olduğunu bir kez daha hatırlattı ona.
Bir gülü koklamamış, bir gülün dikeni parmağının ucunu kanatmamış, kanayan o kısmı dudağı ile emmemiş, bir lale şenliğine tanık olmamış, bir krizantemin şiirselliğine, bir kasımpatının asaletine, bir zambağın gururuna, bir kardelenin azmine, bir yaseminin, bir çiğdemin, bir leylağın insanlara ne mana ifade ettiğine kafa yormamış yahut bir nilüferin zarafetine, bir sümbülün, bir nergisin, bir hercai menekşenin güzelliğine tutulmamışlara acımaktan çok üzülünebilinirdi ancak.
Şiirlere bambaşka bir eda katan sardunyayla yolu kesişmemiş, camın önündeki bir orkidenin yalnızlığına ortak olamamış, ömründe bir nane limon kaynatmamış, bir kekik, bir tarçın tatmamışlar, elbette ki poşet çayların, hazır kahvelerin, plastik çiçeklerin, geçici heveslerin, absürt tatların peşinde ömürlerini heder edenlerin nasibi de yapay zevk ve hazlardan fazlası olamayacaktır.
Ben ki her geçtiği yere bir gül kokusu, her dağ başına bir kardelen yalnızlığı, her sokak arasına bir hanımeli güzelliği, her dokunduğu ele bir buhurumeryem rayihası, her düştüğü gönle bir papatya saflığı, her dik duruşa bir zambak gururu, her gözyaşı damlasına bir nergis, her adıma bir menekşe, her vedaya bir karanfil, her özleme bir gonca olmak isterdim.
Ben ki sevdiceğimin yürüyeceği bir lavanta bahçesi, seyre dalacağı bir lalezar, gönlünü dinlendireceği bir gülşen; ayaklarına dolanan bir ortanca, ellerine sarılan bir mor salkım, saçlarına taktığı bir leylak, bir hüsnüyusuf olmak dilerdim.
Gök kızıla dönüyordu ve hafif bir meltem saçlarımı okşayarak kapısı hanımeli, sarmaşık ve begonvillerle sarılmış kapıdan içeri doluyordu. Ve aynı meltem yarı aralık pencereden içeri süzülerek tülle oynaşıyordu.