Habil ile Kabil.
Hz. Âdem’in oğulları olan iki kardeş.
Anlatıldığına göre; Habil çoban Kabil ise çiftçidir. Günlerden bir gün Habil sürüsünden bir hayvanı, Kabil ise toprağın ürünlerinden bir seçkiyi Rab’larına (Tanrıya )sunu yaparlar. Rab (Tanrı )Habil’in hediyesini kabul eder ancak Kabilin hediyesini kabul etmez. Kardeşini kıskanan Kabil, Habil’i öldürerek insanlık tarihindeki ilk cinayeti işler. Ardından Rab’a (Tanrıya) yalvararak kendini affettirir ve dünyayı dolaşmak üzere yolculuğa çıkar.
Yahudi kaynaklarında Habil ile Kabilin hikâyesi az çok böyle anlatılır.
Amacımız Habil ile Kabil üzerinden dini vaaz vermek değil. İnsanoğlunun doğayı katledişi üzerine yazı yazmayı tasarlarken dinler tarihinin vazgeçilmez hikâyesini anımsadım hepsi o kadar. Neden diye soracak olursanız; doğa ile insanoğlunun ilişkisinin kardeş mertebesinde olması gerektiğini düşünüyorum. Tabi bu kardeşliğin Spinoza’nın Tanrısından ziyade Barry Levinson’un “Kardeş gibiydiler” (Sleepers 1996) filmindeki karakterlere benzediğini söylemek isterim. Film çok güzel şiddetle tavsiye olunur. Spinoza’ya ise fazla bulaşmayın derim zamanınızı ve aklınızı fena alabilir.
Müsaadenizle; İnsanoğlu’nun kardeşi Doğayla karışık ilişkisinin tarihsel serüvenine kısaca bir göz atalım.
İnsan, Avcı Toplayıcılık döneminde ( 40.000 yıl öncesine denk geldiği ifade ediliyor) kardeşinin ürettiği yenilebilir bitkileri toplayarak ve hayvanları avlayarak yaşam mücadelesini sürdürürken paylaşmayı öğrendi. Toplumsal mülkiyet, statü, sınıf ve sınıf ayrımı, kavramlarıyla henüz tanışmadığından kardeşi doğayla birbirlerine zarar vermeden mutlu mesut yaşadı.
Ardından; toprağı işlemeyi, bitkileri besin kaynağı olarak yetiştirmeyi (M.Ö 9000)ve hayvanları evcilleştirmeyi (M.Ö 8.000 yıl ) öğrendi. Çoban olan Habil ile çiftçi olan Kabil’in hikâyesi tamda bu döneme denk geliyor.
Tarımı öğrenen insanoğlu aslında bir anlamda kardeşi doğayla olan ilişkisine farklı bir boyut kattı. Doğa’nın kendisi için hazırladığı yiyeceklere müdahale edip kendi taleplerini yerine getirmesini istemeye başladı. Artık kardeşinin kendisine hizmet etmek için yaratıldığını düşünüyordu. Evrenin efendisi ve sahibiydi. Tanrının evrene müdahale ettiğine inanıyordu kendisi de müdahale etmeliydi. Hal böyle olunca Doğa üzerinde hegamonik bir ilişki kurmaya başlayarak sömürmeyi öğrendi. İşte bu andan itibaren insanoğlunun doğayı sömürmesiyle birlikte insanın insanı sömürmesi süreci de başladı. Nihayetinde avcı- toplayıcılık bitmiş, level atlanılmış yeni bölüme geçilmişti. Kabil yoluna emin adımlarla devam ediyordu.
Tarımı öğrenen insanoğlu sömürmeyi de işin içine katınca köleliği keşfetti. Hikâyenin bu bölümünü en güzel şekilde Jean Jaque Rousseau özetliyor. Diyor ki;
“Tarihte ilk kez bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip “Burası benimdir” diyen ve buna inanacak kadar saf olan insanlar bulabilen ilk insan, uygar toplumun ilk kurucusu oldu. O zaman biri çıkıp, çitleri söküp atacak ya da hendeği dolduracak, sonra da insanlara “Sakın dinlemeyin bu sahtekârı. Meyveler herkesindir. Toprak hiç kimsenin değildir. Ve bunu unutursanız mahvolursunuz” diye haykırsaydı, işte o adam, insan türünü, nice suçlardan, nice savaşlardan, nice cinayetlerden kurtaracaktı.”
Ne yazık ki olmadı, hiç kimse ortaya çıkmadı ve Kabil yoluna devam etti. Köleliğin şekilsel olarak kalkması ise binyıllar aldı.
Yoluna devam eden insanoğlu sanayi devrimiyle birlikte endüstriyel toplumlar kurarak doğa ile ilişkilerine yeni bir boyut kattı. Enerji ve enerji savaşlarının sahne almasıyla sömürünün dozu oldukça arttı. Mevcut adaletsiz düzeni meşrulaştırmak için kapitalizm kavramını ürettiler ve “sınırsız ihtiyaçları kıt kaynaklardan karşılamak” sloganı ile İktisat isimli otobüse binerek yollarına devam ettiler. Ön koltuk insanı yaratan değil insanın yarattığı Tanrıya aitti.
Yeri gelmişken ifade etmek isterim ki; Kapitalizmin sloganının çok yanlış ve çok saçma olduğunu düşünüyorum. Her şeyden önce sınırsız olan insanın ihtiyacı değil ihtiraslarıdır. Doğanın kaynakları ise sınırlı değil sınırsızdır. Doğa sürekli faal olarak hammaddeyi kendisi üretir eğer doğal dengesini bozmazsan.
İnsanoğlu artık belden aşağıya vurmaya başlamıştı. Haliyle, kardeşler arasındaki ilişki bozulmaya yüz tuttu. İnsanoğlunun mülkiyet ihtirası ve tüketim hırsı doğanın canına kastetmeye başlamıştı. Tanrının kendilerine verdiği mülkü paylaşmada sorun yaşanmaya başlanmıştı İnsanoğlu doğanın mülküne sahiplenmeye çalışırken onu yok etmeye başlamıştı. Oysaki doğa, kendisine ait olan ne varsa hepsini insanoğlu ile paylaşmıştı. Tüm hünerlerini kardeşinin hizmetine sunmuştu. Ama gelin görün ki insanoğlu nankörlük yapmış doğanın fabrika ayarlarıyla oynamaya başlamıştı.
İlk zamanlarda doğa insanın tacizlerine çok tepki vermedi. Sorunları kendi potansiyeli ile çözebiliyordu. Tıpkı küçük bir kanamayı bedenin immün sistemi ile tedavi etmesi gibi. Ancak insanoğlu işi abartınca yara derinleşti, sevgili doğamız artık yaralarını tedavi edemedi. Çevre sorunları sahneye çıkmıştı.
Hal böyle olunca hava kirliliği, sera gazı etkisi, yaşam kaynaklarının azalması ya da yok olması, fosil yakıtlar, nükleer risk, küresel ısınma, asit yağmurları, kuraklık ve çölleşme, biyoçeşitliliğin azalması, gibi tepkiler vermeye başladı. İnsanoğlu Kabil gibi kardeş katili olmanın eşiğine gelmişti. Çanlar doğa için çalıyordu.
Aslına bakarsanız insanoğlu hiçbir şey. Doğa olmadan kendi başına varlığını sürdürmesi imkânsız. Diğer taraftan doğa insanoğlu olmadan varlığını çok daha güzel sürdürebilir. Üstelik insan olmadan fabrika ayarlarına yirmi gün gibi kısacık bir zaman diliminde dönebilir.
Doğrusunu söylemek gerekirse insanoğlu yaşadığı evrende çulsuzun teki olmakla beraber Doğa’nın potansiyeli ile kıyaslandığında neyine güvendiğini sorgulayacak kapasitesi bile yok.
Ayrıca, Doğa’nın insanoğluna çok güzel jestler yapmak gibi marifetleri var. Sevgiliye okunan aşk şiiri ya da evlilik teklifinde sunulan yüzükler gibi. Yeryüzündeki eşsiz mekânlardan bahsediyorum. Şelaleler, kanyonlar, kumsallar gibi. İnsan eliyle yapmanın mümkün olmadığı doğa şaheserleri, gerçek sanat eserleri. Kapitalizm benzerlerini yapmaya çalıştı ne kadar para harcadı biliyor musunuz? Dubai’deki suni kumsal 14 milyar dolara mal olmuş. Ucube gibi duruyor ortada.
Geçen hafta sonu plajlar bölgesinde kumsalda yürüyüş yaparken yeni yapılan kafelerden burnuma yanık yağ kokuları gelince aklıma Kabil’in yolu ve Habil ile olan hikâyesi geldi.
Bütün bunların Giresun plajlarıyla, kumsalla ve kumsalın içine yapılan düzenlemelerle ne ilgisi var diyeceksiniz.
Hülasa; Sevgiliye okunan aşk şiirin üzerine söz söylenir mi hiç? Evlilik yüzüğünün yanına başka takı olur mu?