1892 doğumlu anneannemin, “kaptan kızı” olarak adlandırıldığını küçükken öğrenmiştim. İsmi söylenmeden kaptan kızı denildiğinde anneannemin kastedildiğini bilirdim. Kaptan Hüseyin Sıbıç, 1856 yılında doğmuş, 1932 tarihinde vefat etmiş. Hüseyin Kaptanın kızı olan anneannem Bulancak’ın Küçüklü Köyünde doğmuş, evlenmesi ile birlikte Bulancak’ta yaşamaya başlamış. Kurtuluş Savaşının son yıllarında Talipli Köyünden Veyisoğlu Mustafa Özcan ile evlenerek bir erkek, beş kız annesi olmuş. Vefat ettiği 1983 yılına kadar Bulancak’ta Osmanlı döneminden kalma bir Türk konağında yaşamıştır. Öncesinde, ablası da Küçüklü Köyünden Bulancak’a gelin olmuştur. Ablası Fatma Eriş’in eşi Abdullah Eriş’in önerisi ve aracılığıyla dedem Mustafa Özcan, anneannem ile evlenmiştir. Anneannemin düğün ve gelin olma öyküsü de bir başka gülümseme, güzellik ve acılar içerse de burada söz etmeyeceğim. Annemin Fatma teyzesi bildiğim kadarıyla Züfer, Mustafa ve Zekiye’nin annesidir. Annem dâhil adını saydığım veya saymadığım kişilerin hiçbiri bugün yaşamıyor. Tümüne, Tanrıdan rahmet diliyorum. *** Birçok kişinin bildiği üzere Osmanlı İmparatorluğu döneminde Giresun’un adının Çepni ili olduğunu anımsatmalıyım. Yani, tümüyle Türk ilidir. Arabistan coğrafyasında yaşayanlar ise Roma İmparatorluğuna ve İmparatorluğun egemenliği altındaki ülkelerde yaşayanların ve bağlı olanların ülkesi anlamında Anadolu’ya “Rum ili, Rumi” demektedir. Doğu Roma (Bizans) İmparatorluğu ve Osmanlı İmparatorluğu döneminde de Araplar, Anadolu’da yaşayanlara Rumi demeyi sürdürmüştür. Rum veya Rumi, Arap ilinden (ülkesinden) başka ilden olan kimsedir. Yani, “Rum” demek, Romalı, rimli demektir. Yunanistanlı demek değildir. Hıristiyan demek, hiç değildir. 1200’lü yıllardan itibaren Türkler, Giresun ve Bulancak’a yerleşmeye başlamıştır. Bulancak, Türkçede “Köşecik” demektir. (Bilgehan Atsız GÖKDAĞ, MÖ. 2000’li Yıllardan Günümüze Giresun’daki Türk Varlığı, Giresun Tarihi Sempozyumu Bildirileri, s:48, 24-25.05.1996) Mehmet Fatsa’nın Hasan Dede ile ilgili çok sayıda makalesinde belirttiği üzere Türkler geldiğinde Bulancak’ta yerleşimin olmadığını, Giresun merkezde ise Venedik, Ceneviz kökenli az sayıda insan yaşadığını anlıyoruz. Kısacası, Türkler, uzun yıllardan beri yaşarken Hıristiyan olup Fener veya Roma kilisesine bağlı olanlar sonradan gelmiştir. Bu gelenleri milattan önce veya sonrasında yaşayanlar ile birleştirmemek gerekir. Bu nedenle Giresun ve Bulancak’ta Rumlar yaşarken Türklerin sonradan geldiği tezini ileri sürmenin doğru olmadığını düşünürüm. Birçok kaynaktan anlaşılacağı üzere 1800 yıllardan itibaren Rus Çarının, Fener ve Roma kilisesine bağlı olanları ülkesinden kovması üzerine kiliseler tarafından Doğu Karadeniz bölgesine boydan boya yerleştirilmesi sağlanmıştır. Rusya’dan gelen Fener veya Roma Kilisesine bağlı olanlara Yunanlı anlamında “Rum” demenin doğru olmadığını da düşünürüm. Diğer yandan, Giresun Tarihi Sempozyumunun (24-25.1996) değerlendirmesini yapan Mustafa Kafalı, “Türk kültür yapısındaki bir diğer hususiyeti Karadeniz’de bolca görmek mümkündür. Bu husus ahşap mesken modelidir. Ahşabı bol ölçüde kullanarak bina yapımı tarzı Türklere ait karakteristik bir özelliktir. Türkler Ön Asya’ya ve Balkanlara gelmeden önce bu bölgelerde ancak taş bina mevcut idi. Ahşap malzemeyi sıkça kullanarak yapılan bina ve mesken biçimi Türk mimarı tarzının hususiyetidir. (s:420)” demektedir.Bu tespit ve açıklamalardan sonra Giresun ve Bulancak’ta bulunan ve Osmanlı İmparatorluğu döneminde yapılmış olan ahşap evlerin, Türk mimarisi olduğunun bilinmesini isterim. Bu evlere “Rum evi” diyemeyiz. Bu nedenle Osmanlı döneminde yapılmış olsa da anneannemin yaşadığı evi ve benzerlerini Türk evi olarak tanımlamak hepimize düşen bir borçtur. Umarım, bölgedeki tüm Türk evleri için bu özeni herkes gösterir. *** 1923 ve 1924 yıllarında Yunanistan ile din esası üzerinden insanların değişimi, yani mübadelesi yapılmıştır. Bu değişim ile gelenlere mübadil denilmektedir. Ama bu mübadelenin ne denli acılı olduğunu gözden kaçırıyoruz. Mübadiller, doğduğu ve yaşadığı yeri terk ederek bilinmeyene yelken açmıştır. Evini, tarlasını, bağını, bahçesini, hayvanlarını, taşınır malını bırakmıştır. Malını, mülkünü bırakmasının yanında eşinin, anasının babasının, dedesinin, atalarının mezarını da terk etmiştir. Yolda izde annesinin, babasının, çocuğunun, yaşlısının canını bırakmıştır. Farkında mısınız, bilmiyorum? Mübadele demek, yüreğin en derin yerine acının gömülmesidir, her bir hücrenin içine saklanmasıdır. Günümüzde, Anadolu’dan Yunanistan’a gidenlerin acı öykülerini okuyoruz. Ama tersine ilişkin bir öyküye çok az rastlıyoruz. Yunanistan’dan gelen mübadillerin çocuklarına, torunlarına düşen bir görev vardır: Analarının, babalarının, dedelerinin, ninelerinin, atalarının anılarını, acı öykülerini kaleme almalarıdır. *** Anneannemin yaşadığı bu Türk evinden bir gelin çıkar. Bu gelin, Emine teyzemdir. 1940’lı yıllar sürerken mübadil İsmail Özkan ile evlenmiştir. Bundan önce mübadil Elmas Yaşar, anneannemin bacısının kızı Zekiye ile evlenmiştir. Burada dikkati çeken husus, geldiklerinin ilk yıllarında kızlarının mübadillerle evlenmesidir. Ama daha önemlisi Yunanistan’da doğup çocuk çağlarında bin bir acı çekerek gelen iki gencin, iki bacının kızı ile evlenmesidir. Bu aynı zamanda gelenlerin kabulü, içselleştirilmesi ve benimsenmesidir. Hatta bir miktar da koruma altına alınmasıdır. İyiliğin kazanmasıdır. İki bacının birer kızını mübadillerle evlendirmesinin tarihsel niteliğini şöyle vurgulamalıyım: İki bacının önderliğini, yüceliğini, gönül genişliğini, fedakârlığını bugün anlayabilir miyiz, bilmiyorum? O tarihlerde 3-4 bin nüfusu olan bir kasabada büyük bir öncülük yapmışlardır. Kaptanın iki kızının bu önderliğini, öncülüğünü herkesin bilgisine sunmak istedim. Yaklaşık bir asır önce, gününe göre ilerici tavrı ortaya koymak istedim. Bugün, anılarını yaşatma görevi de bize düşmektedir. Mübadelenin yüzüncü yılında bir parka Zekiye-Elmas Yaşar, Emine-İsmail Özkan adını vermek yakışmaz mı? Ya da iki bacının adını birer sokağa vermek güzel olmaz mı?