“ Denize atılan bir şişe her kitap. Asırlar, kumsalda oynayan birer çocuk. İçine gönlünü boşalttığın şişeyi belki açarlar, belki açmazlar.”*
Eline geçer mi geçmez mi, sana ulaşır mı ulaşmaz mı, yolda başına bir şey gelir mi gelmez mi bilemiyorum. Yazıya şu şekilde başlamak retorik olarak daha mı estetik olurdu? Sen bu satırları okurken ben çok uzaklarda olacağım belki de. Aramıza adını sanını duymadığım şehirler, atlasta yerini bile bulamadığım ülkeler, dilini bilmediğim, kültürüne aşina olmadığım insanlar girecek. Ama ilk paragraftaki gibi bir giriş daha doğru olur, sanırım. Zira her ne kadar Orhan Pamuk, bir yazıya epigrafla başlamayın diye uyarsa da bu yazı, üstteki epigrafsız yarım kalırdı. Eline geçer mi geçmez mi, sana ulaşır mı ulaşmaz mı, yolda başına bir şey gelir mi gelmez mi bilemiyorum. Bildiğim kurdun, kuşun, ağacın, çiçeğin, denizin, güneşin insanlar gibi emanete hıyanet etmeyeceğidir. Ondandır bu mektubu bir şişeye koyup okyanusa emanet edişim. Artık bundan sonrasını okyanus düşünsün. Seni ne ona ne buna ne annene ne babana ne kardeşlerine ne arkadaşlarına ne de çağın egosantrik hocalarına emanet ediyorum. Seni, sen olduğun için yargılamayan, rahmetinden mahrum bırakmayan, ötekileştirmeyen, dışlamayan, olduğun gibi kabul eden; ağacın, taşın, karıncanın, okyanusun, güneşin, yağmurun; annenin, babanın, kardeşlerinin, arkadaşlarının ve dahi hocalarının da sahibi tek dostum, tek sırdaşım Allah’a emanet ediyorum. Herkesin her şeyi bildiği, duyduğu, gördüğü, anladığı ama kimsenin hiçbir şey yapmadığı bu ruhsuz, kokuşmuş sahte çağda-İmam- ı Gazali’nin deyimiyle mezar kazıcılarının bile öleceklerine inanmadığı bu her şeyin dünyevileştiği ucube dünyada-seni, ölümün de yaşamın da gecenin de gündüzün de Rabbine emanet ediyorum. Gittiğin yerlerde umarım aradığını bulursun. Umarım sorularına cevaplar bulduğun gibi kendinle yüzleşir en önemlisi de kendini bağışlayabilirsin. İnsana kendini unutturan bu telaşe çağından, bu kaos ve karmaşadan çok uzaklarda aradığın huzuru bulabilir, kanayan yaralarını sarabilirsin. Ruhunun üzerine dökülen betonları parçalayıp, ezelden gönlüne ekilen tohumları çürütmeden sevgi filizlerine dönüştürebilirsin. Bakma sen T. Fikret’le M. Akif kavgalıymış diye! Sana onların kavgalıymış gibi durduklarına ya da durmaksızın kavga ettiklerini söyleyenlerin hezeyanlarına, pek kulak asma. “Yükselmeli, dokunmalı, alnın semalara/ Doymaz beşer dedikleri kuş i’tilalara/Uğraş, didin, düşün, ara, bul, koş, atıl, bağır/ Durmak zamanı geçti çalışmak zamanıdır”!”**; “Karşında ziya yoksa sağından ya solundan/ Tek bir ışık olsun buluver kalma yolundan/ Alemde ziya yoksa halk etmelisin, halk/Ey eli böğründe yatan şaşkın kalk!”*** Yok demi birbirlerinden hiç farkı? Duygular, düşünceler, dünyalar aynı olmasa da yürekleri bir, dertleri ortak, gayeleri tek: “Sahipsiz olan memleketin batması haktır/ Sen sahip olursan bu vatan batmayacaktır” ***; “Vatan gayur insanların omuzları üstünde yükselir/Gençler, bütün ümüd-i vatan şimdi sizdedir.”** Demek ki neymiş; birileri bizleri sürekli aldatıyormuş, kandırıyormuş, manipüle ediyormuş, durmaksızın kavga edelim, farklı kamplara bölünelim, birlik olmayalım…! Sence neden..?İnsan neden kitap okur? Daha doğrusu insan niçin roman okur? Çünkü bizler hayatın içindeyken kendimizi göremeyiz, anlayamayız, keşfedemeyiz. Ama iyi bir romanı okuduğunda insan, kendisinin hayattaki yerini ve misyonunu daha net bir şekilde görmeye, anlamaya başlar. “… Oysa bir an bile, insan hayatında çok kıymetlidir. Bütün bunları bir araya getirmek, ölümü yenebilmek, dünyanın boşluğuna düşmemek ancak sanatçı, yazar olmakla mümkündür. İnsan yaşadığı hayal kırıklıklarını, fanilik duygusunu ancak yazarak aşar. Gerçek diye yaşananlar, boş ve beyhude çabalardan başka bir şey değildir. Oysa insan muhayyilesinin yarattığı dünya, asıl gerçek dünyadır ve yaşanacak yerdir. Hayat yaşanırken anlaşılmaz, hayatın içindeki bu anlaşılmaz parçaları, yüzeysel imgeleri ancak sanatın bütüncül, düzeltici, kurgusal bakışı anlayabilir ve yansıtabilir. Anlatıcı, yaşanmışlıklardan edindiği ‘izlenim’i mimari bir bilinç ve terzi gibi bir ustalıkla bir ifadeye, daha doğrusu sanata dönüştürme peşindedir. Hakikate erişebilmek, mükemmelleşmeye ulaşabilmek için deneyimleri, izlenimleri, yorumlaya yorumlaya iz sürer ve kelimelerden bir katedral oluşturmaya çalışır. Roman bir eylem, bir durum, duygu halindeki insanın bu halini izah için kalıcı insanlık tecrübeleri, tam yerinde benzetmeleri ile anlamı derinleştirir ve zenginleştirir. Tutku, arzu aşk, kötülük, kibir, güzellik gibi pek çok kavram insani eylemlerle örneklenip açıklanır. İnsan hayatındaki gündelik olaylar, sıradan konuşmalar, anlatmaya değmez anılar anlatıcının bakış açısıyla derinlikli bir insan meselesine dönüşür ve insanı tanımada bir yol gösterici, dayanak, belge olur. Hayatın her anının ve her şeyinin yaşayan bir canlı olduğu, ışıklar ve karanlıklarla, sesler ve sessizlikle, görüntülerle, çağrışım ve hatıralarla ispat edilir, her şey adeta yeniden kurulur ve okura aktarılır…” 1Acıları çoğaltan, sevinçleri yarım bırakan zamanın kanlı tırnaklarının sökülüp de artık bir hükmünün kalmayıp, dürülüp bükülüp bir köşeye atıldığı o gün geldiğinde, ben de zamanın gerçek sahibinden aldığım cesaretle birkaç kelam edeceğim tüm bu yaşananlar hakkında.Biliyorum hiçbir şey değişmeyecek belki! Ama iyiyle kötünün bitmeyecek harbinde tarafımız belli olsun en azından. İçindeki iyiliğin ışığını, kötülüğün karanlığına boğdurtmayanlara selam olsun. Bedeli ödenmemiş hiçbir başarı ve mutluluk asla kalıcı olamaz. Şimdi bana kırık dökük bir bavul yerine bir sırt çantası gerek. Şimdi bana ruhumu bedenimin esaretinden kurtaracak, örümcek ağlarını parçalayacak bir kuş gerek. Şimdi bana beni anlatacak bir sen gerek. Şimdi bana beni benden var edecek bir O gerek. “ Her akşamki yoluma koyulmuş gidiyorum./Her akşamdan vücudum bu akşam daha yorgun./Öyle istiyorum ki bu akşam biraz sükûn,/Bir cami eşiğine yatıversem diyorum//-Rabbim, şuracıkta sen bari gözlerimi yum!/Sen, bana en son kalan, ben senin en son kulun;/Bu akşam, artık seni anmayan İstanbul’un/Bomboş bir camiinde uyumak istiyorum.//Sonsuz sessizliğini dinlemek istiyorum./Bilirim ki taşlığın bir döşek kadar ılık,/Sana az daha yakın yaşamak için artık,/Rabbim, ben yalnız zeytin ve ekmek istiyorum.”2
* Bu Ülke, Cemil MERİÇ, İletişim Yay., 9. Bsk,, Sh: 265** Tevfik FİKRET*** Mehmet Akif ERSOY1 Dünya Romanının Serüveni, Necip TOSUN, Ketebe Yay., Sh: 223-2242 Her Akşamki Yolumda, Cümlemiz, Ziya Osman SABA, Can yay., Sh: 38