Sevdiğim Romanlara Dair-6

Biliyorsunuz bu yazı dizisinde okuduğum, sevdiğim, dimağımda iz, damağımda tat bırakmış romanların giriş cümlelerinden örnekler sunuyorum. Bu yazıdan itibaren birtakım güncellemeler kaçınılmaz oldu. Şöyle ki burada ısrarla altı çizilmesi gereken husus; okumanın bizatihi kendisi. Çünkü okumak-her ne olursa olsun- başlı başına insanın kendisine verebileceği armağanların en nadidesi, en paha biçilemezi. Hatta okumak bir yerde insanın kendini yeniden var etmesi, yeniden tanımlaması. Girizgahtaki ‘… okuduğum, sevdiğim, dimağımda iz, damağımda tat bırakmış romanlar…’ meselesinde insanın her okuduğu kitabı(roman) sevmek yahut beğenmek gibi bir mecburiyeti olmadığı gibi onu toptan yok saymak gibi bir hakkı da yok kanaatimce. Çünkü iyi ya da kötü-kime göre, neye göre, neden, niçin, nasıl, göreceliğin de bu kadarı- her kitaptan insanın çıkaracağı dersleri burada sıralamaya kalkışsak üçüncü sayfanın tamamını işgal etmemiz gerekir ki onu da başka bir yazıda tartışırız.Evet okumak, okumak, okumak. Önemli olan ve ihmal etmememiz gereken tek şey varsa o da okumak. Altının çize çize, kenarlarına notlar düşe düşe, itirazlarımızı, şüphelerimizi, kabullerimizi yapa yapa okumak. Satır aralarında kaybolmadan bir mana avcısı gibi didik didik ederek önce kitapları sonra da kitaplardan hareketle hayatı okumak, yorumlamak bu çıldırmış dünyada insanın kendisine yapabileceği en büyük iyilik olsa gerek. Bu duygu ve düşüncelerle buyurunuz ziyafete: “ Mualla kendisine çok tavsiye edilen bu kitabı okumakta hala tereddüt ediyordu. Yapraklarını çevirdi. ‘Beni yalnız bırakmayınız!’ diye başlayan bir sahifenin yukarısından ortasına doğru gözleri, satırların basamaklarını ikişer üçer atlayarak aşağıya kadar inmişti. Birkaç yerde hep aynı cümle: Beni yalnız bırakmayınız!’ 154“ Evvel hayal içinde, Akdeniz’in uzak ucunda öyle güzel, öyle mavi bir ada varmış ki ona vurulan nice seyyah, hac yolcusu, haçlı askeri ve tüccar ya bir daha hiç ayrılmamak istermiş oradan ya da adayı kenevir halatlarla çeke çeke ta kendi memleketlerine kadar yanlarında götürmek istermiş.” 155“ PANGALTI. Gece yarısına birkaç dakika var. Sinemanın kapısında, iki siyah, parlak derili, gürbüz hayvanıyla, zarif bir araba duruyor. Sinemanın bitmesini bekleye bekleye sabrı tükenen arabacı hayvanların etlerini sıvazlamakla oyalanıyor, ara sıra, sinemanın methalindeki saate üzüntülü bir göz atıyordu: Tam on iki. Gece. Büyük hava lambalarının aydınlattığı boş caddede tek tük insanlar. İki üç saat evvel kaldırımları dolduran ahali yığınlarından eser yok. Bezgin seslerle dolaşan bir iki satıcı, uzaklardan akseden son tramvay çanları, raylarda yer altından geliyormuş gibi derin bir uğultu…” 156“15 Haziran 1767, ağabeyim Cosimo Piovasco di Rondo’nun, aramızda oturduğu son gün oldu. Dün gibi hatırlıyorum. Ombrosa’daki villamızın yemek odasındaydık, pencereler korudaki büyük pırnalın sık dallarını çerçeveliyordu. Tam öğle vaktiydi, eski bir geleneği sürdüren ailemiz o saatte sofraya oturdu; pek erkenci olmayan Fransa Sarayı’ndan gelen, bütün soylular arasında yaygın olan öğünü ikindiye kaydırma modasına uyulmazdı. Rüzgarın denizden estiğini hatırlıyorum, yapraklar kımıldıyordu. Cosimo, ‘İstemiyorum dedim, istemiyorum!’ diyerek salyangoz yemeği tabağını itti. Böylesi bir itaatsizlik hiç görülmemişti.” 157 “Bedia gözlerini açınca, karyolasının karşındaki duvar saatine baktı: On ikiyi on geçiyor. Ne uyku, böyle geç vakitlere kadar uyumak hiç adeti değil, hemen kalkmak istedi. Fakat başını yastıktan ayıramıyor. Terli, sıcak, uyuşuk vücudu yatağın çukuruna yapışmış, kımıldayamıyor bile.” 158 “ Adrien, İbrail’de aynı adı taşıyan kiliseyle Halk Bahçesi arasındaki kısa Tanrının Anası Caddesi’ni, ağzı bir karış açık geçti. Bahçenin ırtasında kafası karışık, öfkeli durdu: ‘Hey ulu Tanrım,’ diye bağırdı yüksek sesle. ‘Artık çocuk değilim ki!..Ve yaşamı duyumsadığım gibi anlamaya hakkım var herhalde.’ 159 “Birdenbire gözleri karardı. Basamakları göremiyordu. Yukarıya çıkanlardan birine çarpmamak için sola doğru bir adım attı ve omzunu duvara dayadı. Ayakta güç durabiliyordu. Geri kalan basamakları da inebilse alttaki hasır koltuklardan birine çökecekti. Yapamadı. Merdivenin üst başında gece gündüz yanan zayıf bir ışığın her basamakta bir derece daha azalarak sahanlığın kavsini dönemeyecek kadar geride ve dipte olması, daima, buradan inmeyi çıkmaktan ziyade güçleştirirdi. Sırtını duvara vererek yan yan inmeyi denedi. Gözleri daha fazla kararıyordu. Aşağıya doğru sarkıttığı bir ayağının dipsiz bir boşluğa doğru bütün vücudunu çekmesinden korktu ve durdu.” 160 “ Büyük şehirden geliyoruz. Bütün gece yoldaydık. Annemizin gözleri kıpkırmızı. Elinde büyük bir kutu taşıyor, biz ikimiz de içinde giysilerimizin bulunduğu küçük birer valiz taşıyoruz, bir de Babamızın büyük sözlüğünü; kollarımız yorulduğunda sözlüğü diğerimiz alıyor.” 161“ Lucas, Anneanne’nin evine dönünce, bahçe kapısının yanına, çalılıkların gölgesine uzanıyor. Bekliyor. Sınır gözetleme binasının önünde askeri bir araç duruyor. İçinden askerler iniyor ve yere kamuflaj torbasına sarılı bir ceset bırakıyorlar…”162 “Çocukluğumun geçtiği küçük şehirde hapishanedeyim. Gerçek bir hapishane değil burası, bölge polisinin binasındaki bir hücre, şehrin diğer binaları gibi bir bina, tek katlı bir ev.”163 “Pervin, karanlık bastığı için elinden kitabını bırakarak pencereye koştu. Başını biraz uzatarak dışarıya baktı, yağmur dinmişti. Sabahtan beri ara vermeden yağan sessiz, ince nisan yağmuru; yalnız dışarıdan, küçük yokuşlarda akan su birikintilerinin hafif şırıltıları geliyor, yağmur damlalarını pamuklu bir kumaş gibi içerek yumuşayan, kabaran topraktan havaya ince elenmiş toz zerreleri kalkarak, birinci kat penceresine kadar yükseliyordu.”164“Türklerle savaş vardı. Dayım, Terralbalı Medardo vikontu Bohemya Ovası’nda Hristiyanların ordugahına doğru at sürüyordu. Peşinden de emir eri Curzio gidiyordu. Leylekler alçaktan uçuyor, beyaz sürüler oluşturarak, donuk, dingin havayı yarıyorlardı.”165“Nihad, vapurun İstanbul’a girişini görmek için, geceleyin uyandı, güverteye çıktı, karnını demir parmaklıklara yaslıyarak, üç senedir hasretini çektiği İstanbul’a gözlerini kırpmadan baktı.” 166Burada bir istisna yapıp romanın giriş kısmından değil de handiyse romanın bitmeye yüz tuttuğu bir yerden çok sevdiğim bir bölümü alıntılayacağım. “… Havada karanlık dalgalar varmış gibi ilerledi karanlık, denizin dalgalarının batık bir geminin iki yanını yalaması gibi evleri, tepeleri, ağaçları kapladı. Karanlık, sokaklardan aktı, tek başına yürüyenlerin etrafında dolandı, onları yuttu; yazın gürleşmiş yapraklarıyla, kara ağaçların sel gibi inen karanlığı altında birbirine kenetlenen çiftleri sildi. Karanlık, dalgalarını ot bürümüş, ağaçsız orman yollarında, çayırların kırışık derilerinin üstünden geçirdi, münzevi dikenli çalılığı ve dibindeki boş sümüklüböcek kabuklarını içine aldı. Daha da yukarı çıkarak, üstteki tepelerin çıplak yamaçları boyunca esti karanlık, vadileri akarsular ve sarı asma yaprakları doldursa da, karın sonsuza dek sert kayaların üzerinde kaldığı dağın yıpranmış ve aşınmış tepeleriyle buluştu, verandalarda oturan kızlar, yüzlerini yelpazelerinin arkasına gizleyerek başlarını kaldırıp kara baktılar. Karanlık onları da örttü.” 167“Felatun Bey’i tanır mısınız? Haniya şu Mustafa Meraki Efendizade Felatun Bey! Galiba tanıyamadınız. Fakat tanınacak bir çocuktur. Mustafa Meraki, Efendi Tophane’nin Beyoğlu’na civarca bir mahallesinde oturur. Mahallesinin ismini haber vermek olmaz. Semtini anladınız ya! Bu kadarıyla iktifa ediniz.”168“Mrs. Dalloway, çiçekleri kendisinin alacağını söyledi. Lucy’nin yapacağı işler belirlenmişti zaten. Kapılar menteşelerinden çıkarılacaktı; Rumpelmayer’in adamları geliyordu. Hem sonra, diye düşündüClarissa Dollaway, ne biçim bir sabah bu-Taptaze, tıpkı bir kumsalda çocuklara sunulmuş gibi. Ne biçim tarlakuşu! Ne biçinm bir dalış!”169“Genç Arap Batı Kudüs otobüs terminalinin tuvaletinde aynaya doğru yaklaştı. Beşir Khairi bir dizi porselen lavabonun önünde yalnız başına duruyordu, eğildi ve kendisine dikkatle baktı. Saçlarını ve kravatını düzeltti, iyi tıraş edilmiş yüzünü çimdikledi. Bütün bunların gerçek olduğundan emin olmak istiyordu. Aşağı yukarı yirmi yıldır, neredeyse altı yaşından beri, bu seyahat için hazırlanıyordu…” 170 Meraklısı için… 154 Bir Tereddüdün Romanı, 155 Kayıp Ağaçlar Adası, 156 Sözde Kızlar, 157 Ağaca Tüneyen Baron, 158 Canan, 159 Kira Kiralina, 160 Biz İnsanlar, 161 Büyük Defter, 162 Kanıt, 163 Üçüncü Yalan, 164 Şimşek, 165 İkiye Bölünen Vikont, 166 Mahşer, 167 Dalgalar, 168 Felatun Bey ile Rakım Efendi, 169 Mrs. Dalloway, 170 Limon Ağacı