Hali hazırda okunmayı bekleyen irili ufaklı yüz on altı (116) adet kitap, dergi (özel sayı) ve onlarca ödev. Kargoda olanlar da cabası. Komplo Teorisi filminde Mel Gibson’un canlandırdığı Jerry Fletcher karakterinin her gördüğünde aldığı, evinin büyük bir bölümünü işgal eden ama hiç okumadığı J.D. Salınger’in ‘Titrek Bacanak’ adlı kitabı vardır ki ben henüz o semptomu göstermiyorum, sanırım.:)) Konu okumak olunca ne tembelim ne de müşkülpesent. Ancak görünen o ki ideal bir okur da değilmişim, örnek bir okuyucu da! Zira iyi bir okur olmak için yılda on ki (12) yanlış duymadınız on iki kitap okumak yeterliymiş dünya standartlarına göre! Bense geçen yıl yaklaşık yüz on (110) kadar kitap okumuşum. Her gün en az yüz sayfa okuma hedefine sıkı sıkıya bağlı kalmaya çalışsam da kimi günler bu sayı katlanırken kimi günler de evdeki hesabın çarşıya uymadığı olmuyor değil. Şimdi okunmayı bekleyen kaç sayfa var ve bunlar yukarıdaki matematikle ne kadar zamanda nihayete erer- araya başkalarının girmemesi koşuluyla ki o da pek mümkün görünmüyor- varsın istatistik bilimiyle iştigal edenler hesaplayıversin. Hani bir bilmece vardır ya çarşıdan aldım bir tane eve vardım bin tane diye. Benimkisi de o hesap, bir kitaptaki dipnotların peşine düşe düşe okuduğum bir kitap oluyor mu sana beş, on kitap! Bunlar yetmemizmiş gibi zaman zaman daha önce okuduğunuz kitapları dönüp dönüp okuma isteği, ihtiyacı ve zorunluluğu işleri iyice içinden çıkılmaz hale sokuveriyor. Şikayetçi değilim lakin manzara da ortada! Hem sonra okundukça bambaşka bir tat bambaşka bir lezzet aldığımız klasikler, Oğuz Atay’lar, Tanpınar’lar, Cemil Meriç’ler, Samiha Ayverdi’ler, … Her biri ayrı bir sihirli dünyanın kapılarını aralayan şiir kitapları. Memleketin halinden belli olmuyor mu zaten şiirden ne denli uzak bir hayat sürdürmeye çabaladığımız! Sonra ansızın kapınızı çalan kitaplar, şiddetle okuması tavsiye edilenler, gazetede yahut televizyonda tanıtımlarını okuyup gördükleriniz derken liste uzayıp gidiyor. Bir de yaşamdan yaş almanın gereği gözler de eskisi gibi görmüyor malum. Bir şekilde insan gözlüğe de alışıyor ancak ikide bir orada burada unutulmasına henüz kesin bir çözüm üretebilmiş değilim. Zihin de gençlikteki gibi değil artık her duyduğunu, gördüğünü, okuduğunu şıp diye kaydetmiyor. Okumak belli ki bir tutku, bir aşk, bir yaşama biçimi bazılarımız için. Altlarını çize çize, kenarlarına notlar ala ala, ötesini berisini kıvıra kıvıra bir kitabın sayfaları arasında dolaşmak, bazen kaybolmak bazen yeni yollar açmak, bazen şaşırmak bazen hayret etmek, bazen gözyaşı dökmek bazen öfke nöbetleri geçirmek, bazen bulutların üstüne çıkmak bazen hayal kırıklıkları yaşamak ve daha neler, neler… Asıl sürprizi en sona sakladım. O gün ne zaman gelecek bilemiyorum ama bir gün bütün kapıları pencereleri kapatıp, dış dünyayla iletişimi kesip evdeki tüm kitapları yeni baştan teker teker okuyup son sayfanın da küllerini havaya savurduktan sonra bu dünyadan demir almak gibi bir düşünce de ne zamandır kafamın içinde dolaşmıyor değil. Epigraflar hep yazının başında olmak zorunda değil ya anahtar ya da pusula gibi! Bazen de sonunda olsun bir mühür gibi: “Kitap bir limandı benim için. Kitaplarda yaşadım ve kitaplardaki insanları sokaktakilerden daha çok sevdim. Kitap benim has bahçemdi. Hayat yolculuğumun sınır taşları kitaplar…” (Jurnal -2, Cemil Meriç, 53)