Romen Tarihçi Jorga, Venedik Balyosu’nun bu halk için, ‘Dinlerini bir kenara bırakırsak, bulunabilecek en iyi halk olduğunu’ yazdığını söyler. Yine Jorga, Sultan IV. Murad’ın Anadolu’daki seferlerinde en güvendiği birliklerin, İstanbul’daki Türk loncalarının oluşturduğu birlikler olduğunu belirtmektedir (Age. Cilt III, s. 378).Jorga, devşirmelerin etkinliğinin, 18. yüzyılın ortalarına kadar sürdüğünü belirtmekte ve şu değerlendirmeyi yapmaktadır: “Türkiye, belki de tarihinde ilk kez, uzun vadeli kültürel değişiklikler sayesinde gerçekten de bir dereceye kadar Türklerin ülkesi hâline gelmiştir. Daha önce de belirtildiği gibi, kendi ana dillerini ve geleneklerini sürdüren ve kanlarında kendi halklarının katışıksız özelliklerini taşıyan yeni mühtedi (dönme) ve devşirmeler artık yönetimde yer almıyorlardı. Osmanlı Devleti’nin üst düzey yöneticilerinin çoğu, 1750 yılı dolaylarında artık az çok ün salmış devşirmelerin oğulları değil, gerçek Türkler idi” (“Osmanlı İmparatorluğu Tarihi”, Cilt IV. s. 381). I. Murad döneminde açılan Enderun, Fatih’ten itibaren Türk’ten başka her milleti Osmanlı idaresine ortak eden bir makine hâline gelmiştir. Fatih’in sadrazamlarından sonuncusu hariç hepsi, kapıkulu kökenlidir. Bu makineyi İ. Hami Danişment şöyle tanımlamaktadır: “Tabiî ki, böyle bir makinenin kurulması demek, Türk unsuru hariç olmak üzere, bütün milletlerin iştirak edebileceği bir yabancı köle idaresi kurmak demektir. Bütün unsurların elbirliğine müstenit bir imparatorluk siyaseti, belki faydalı ve zarûri olabilir. Fakat, bu imparatorlukların hepsinde hâkim bir millet vardı; Osmanlı sisteminin eksik tarafı, işte bu hayâtî esasın ihmâlinde gösterilebilir. Bu vaziyet, bilhassa Fatih devrinden Kanunî devrine kadar, Türklerle devşirmeler arasında şiddetli bir gerginlik ve hattâ siyasî mücadele zuhuruna sebep olmuştur” (Prof. Abdurrahman Küçük, “Dönmeler Tarihi”, s. 93). İ. Hami Danişment’e göre, Çandarlı Halil Paşa’nın azlinde de bu mücadele etkilidir. 1453’de İstanbul’un fethini müteakip Çandarlı Halil Paşa’nın azlinden sonra, Türk unsurunun yerine Mahmud Paşa ile dönmeler ve devşirmeler zümresi geçirilmiştir (Abdurrahman Küçük, age. s. 93, 94). Fransız edebiyatçısı ve devlet adamı Lamartin de, Çandarlı Halil Paşa’nın üstün meziyetlerinden, İstanbul’un alınmasındaki büyük katkısından söz ettikten sonra, bu büyük Sadrazamın, düşmanlarının asılsız suçlamalarına inanan Fatih tarafından azledilerek, yerine bir Sırp dönmesi olan Mahmud Paşa’nın getirildiğini ve Halil Paşa’nın 40 gün Edirne zindanında tutulduktan sonra kafasının kestirildiğini belirtir (“Osmanlı Tarihi”, Cilt I, s. 274). Devletteki büyük zaafları gören genç padişah II. Osman da (Genç Osman) (1618-1622), Yeniçeri ordusunun bu büyük zaafların temel nedeni olduğunu anlayınca Anadolu ve Suriye Türkmenlerinden yeni bir ordu kurmak teşebbüsüne girişir. Fakat, bu teşebbüsünü öğrenen Yeniçeri Ağaları ayaklanarak, II. Osman’ı feci şekilde öldürerek, devletteki hâkimiyetlerini sürdürürler. Padişah III. Selim de Yeniçeri ocağını kaldırmak teşebbüsünde bulunur fakat bunu hayatıyla öder. Neticede II. Mahmut 1826’da bu ocağı kaldırmayı başarır. Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması hakkında günümüzde bazı yanlış değerlendirmeler yapılmaktadır. Ocağın kaldırılması sadece Padişah II. Mahmud’un arzusu değildi; bu iş Ulema ve İstanbul Halkının desteği ile gerçekleşmiş ve “Vaka-i Hayriye yâni, Hayırlı Vaka)” olarak anılmıştır.Ahmed Cevdet Paşa Bu konuda Ne diyor?Osmanlı’nın son dönem en değerli devlet adamlarından birisi olan Ahmet Cevdet Paşa’nın belirttiğine göre, Yeniçeri ileri gelenleri ile görüşülmüş, tâlimli askerlik yapacaklarına dair bir protokol imzalanmış, fakat Yeniçeriler yeniden kazan kaldırmışlar, Bab-ı Âli’ye yürümüşler, önlerine geleni öldürmeye ve yağmaya başlamışlardır. İsyan bastırıldıktan sonra, Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılıp kaldırılmaması vezirler, kazasker, devlet ricali, şeyhlerin davet olunduğu bir mecliste tartışılmış ve oybirliği ile ocağın kapatılması kararı alınarak “Artık bunların namlarının bekasının faydalı olmayacağı anlaşıldığından, Sancak-ı Şerif altında toplanan ulemanın oybirliğiyle, ocağın ismi ve resmi kaldırılmış, Yeniçerilik adı külliyen silinmiş, onun yerine Asakir-i Mansure-i Muhammediye ismiyle talimli asker yazılmasına başlanmıştır” (Ahmet Cevdet Paşa, Osmanlı Tarihi, s. 416).Ahmet Cevdet Paşa, bu hâdisenin sonrasında, imparatorluğun durumu hakkında da şu tespiti yapmaktadır: “Vaka-i Hayriye ulemanın oybirliğiyle vücuda geldiğinden, bu tarihten sonra Babıâli sıkı bir taassup yolunu tuttu, din sağlamlığı yerine riyakâr taassup kaim oldu. Bundan pek çok zarar görüldü. Bu meraktan vazgeçildi. Fakat bu konuda pek ileri gidildiğinden din duyguları zayıfladı. Bunun da zararı çekildi. Velhâsıl Devlet-i Âliye kendisini ifrat ve tefritten kurtaramadı ve orta yolu bulamadı. Nihayet Sultan Abdülmecit devrinde itidal yolu bulundu” (Age. s. 446). Ahmet Cevdet Paşa’nın bu tespitleri günümüzde de geçerli değil mi? Diğer taraftan Osmanlı İmparatorluğu bir de Batılıların ‘çağdaşlaşın’ baskıları ile karşı karşıyaydı. Aslında bunların amacı Osmanlı’nın çağdaş bir devlet olması değil, etnik meseleler kaşınarak parçalanmasıydı!Tarih kitaplarımızda ‘Batılılaşmanın öncü aydınları’ olarak nitelenen Jön Türklerin de hiçbir özgün düşünceleri yoktu. Sultan II. Abdülhamid’in İngiltere’ye hiç güvenmemesini İngiliz taraftarı olmak için yeterli gören ve padişaha duydukları düşmanlık yüzünden tuhaf görüş bozukluklarına uğrayan Jön Türkler, İngiltere’yi dünyanın en medenî ülkesi zannediyorlardı. Bu körlük, Jön Türklerin akıl almaz aptallıklar yapmalarına sebep olmuştur. Bir örnek vermek gerekirse meselâ Askerî Tıbbiyeli bazı öğrenciler bir ayaklanma sırasında, ne kadar hürriyetçi olduklarını göstermek için okullarına İngiliz bayrağı çekmeye kalkışmışlardı! Bir grup Jön Türk ise, II. Meşrutiyet’in ilânından sonra İstanbul’a gelen İngiliz elçisinin arabasındaki atları çözüp, arabayı kendileri çekmişlerdi (Beşir Ayvazoğlu, Tercüman, 7.05.2006)!Kendisi de gençliğinde Avrupa’ya giden Yakup Kadri Karaosmanoğlu Jön Türkler hakkında şu değerlendirmeyi yapıyor: “O zamanlar, adını ağzımıza almadığımız “vatan”ın dışında “firarî” diye anılan birtakım Türkler dolaşırdı. Frenkler bunlara “Jeune Turc”ler lakabını vermiş olmakla beraber aralarında benim gibi çocuklar ve ak sakallı ihtiyarlar da vardı ve sanmayınız ki, bunlar birtakım kahramanlardı. Hayır. Bunlar ne yaptıklarını bilmez bir sürü bedbahtlardı ve altı aşınmış pabuçlarıyla diyar diyar dolaşarak “hürriyet” dilenirlerdi. Lâkin başkalarının hürriyeti acı bir lokmadır ( Atatürk, s. 16)!Günümüzün samimî özgürlükçüleri bu geçmişimizden ders alarak, 5. KOL olarak faaliyet gösteren sahte özgürlükçülerin peşinden gitmemelidirler.