Bu köşeyi takip edenler için yeni ve farklı şeyler söylemek isterdim, duyulmadık, bilinmedik ilginç şeyler. İlginç olmasalar bile faydalı malumatlar, hazır cevaplar, pratik bilgiler, draje gıdalar… Okuyanların konforunu bozmayan, onların yüreklerine su serpen, gönüllerini alan, kalplerini cilalayan, zihinlerini aydınlatan yazılar. Okunduğunda hemencecik anlaşılan, etliye sütlüye karışmayan, suya sabuna dokunmayan yazılar. Dünyanın akıl almaz bir hızla değiştiği yadsınamaz bir hakikat. Değişime direnmek handiyse mümkün değil. Zaman, kendisine ayak uyduramayanı öyle bir hızla oyunun dışına atıyor ki neye uğradığınızı şaşırmaya fırsatınız bile olmuyor. Hal böyle olunca da çatlayıncaya kadar koşturmaktan başka çare kalmıyor geriye. Gerçekten de öyle mi? Sahiden niçin koşuşturduğumuzu bilmeden oradan oraya sürüklenip gitmek mi kaderimiz bir insan seli içinde? Çağa ayak uydurmak bu kadar mı önemli ve yarışta geri kalmamak? Biliyorum romantik bir söylemden öteye geçmeyecek yazdıklarım. Biliyorum çürük bir ipliğe hayal dizmekten fazlası değil düşlediklerim. Biliyorum gerçeklikten uzak, bilimsellikten uzak karaladıklarım. Biliyorum ayakları yere basmayan aforizmalardan bir demet sunduklarım. Biliyorum ne çağın ruhuyla ne modernitenin parametreleriyle örtüşüyor fikirlerim. Hayat sanıldığının aksine ne sadece dört işlemden ibaret ne de bir ağacın altında hayal kurmaktan. Ne ağustosböceği gibi sorumluluklardan muaf olmalı insan ne de karınca gibi her şeyi tek başına sırtlanmalı. Karınca gibi çalışkan, ağustosböceği gibi mutlu olmasını bilmeli insan. Ne ifrat ne tefrit. Ya hep ya hiç sarmalından çıkmalı insan. Renklerin sadece siyah ve beyazdan ibaret olmadığını görebilmeli. Mutlak iyi ve mutlak kötü diye bir batağa saplanmamalı insan. Ne duygularının esiri ne de düşüncelerinin kölesi olmamalı. Değişmeye dışarıdan değil içeriden başlamalı. Herkesin aynı şeyi yapıp farklı sonuçlar beklediği bir çağın tuhaflıkları size tuhaf gelmiyorsa ben ne yapabilirim? Herkesin herkes gibi olmasının beklenildiği bir yaşama itirazınız yoksa ben ne söyleyebilirim? Kelimelerin anlamını yitirdiği, cümlelerin manasının kalmadığı bir hayata dört elle sarılmaksa muradınız, ben ne yazabilirim? Hayatında bir kez olsun bile bir şiir okumamış, birkaç sayfa kitap karıştırmamış, bir çiçeğin kokusunu soluduğumuz hava gibi içine çekmemiş, bir kuşu selamlamamış, bir kelebeğin rüyasına ortak olmamış, bir ağacın gölgesinde soluklanmamış, masmavi göğün altında hayalden hayale dalmamışlar için üzülmemek elde mi? Biliyorum yine hayatın realitesinden uzaklaştığımı. Biliyorum evdeki hesabın daha kapıdan çıkmadan şaştığını. Biliyorum artık bütün yolların Roma’ya çıkmadığını ve yanlış hesapların Bağdat’tan dönmediğini. Biliyorum bilmesine de insanın, insanlıktan ne kadar uzaklaş(tırıl)mış olursa olsun kendi orijinine dönebilme mucizelerine inanmaktan da kendimi alamıyorum bir türlü. Başlarken de söylemeye çalıştığım gibi coğrafyayı kendilerine kader edinenlerin kederine ortak olmak maksadıyla yola çıkmadı bu yazı. Zaten onlar kendi bataklığında debelendikçe debeleniyorlar. Dünyanın gürültüsüne kulaklarını tıkayabilenler ve dünyanın dağdağasına gözlerini kapatabilenler için hayat gizli sırlarını fısıldamak için akmaya devam ediyor bir kuşun kanadında, bir çocuğun gözlerinde, bir ağacın köklerinde, bir ırmağın yatağında. Muaf değildir son tahlilde bu yazı, söyleyenin ve okuyanın muradından.