İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesini takiben kopan Soğuk Savaş fırtınasında kaderini ABD’den gelecek silah hibelerine endeksleyen Türkiye, savunma sanayisini millileştirme yolunda kara, hava ve denizde eş güdümlü adımlar atıyor. 19 Ocak Cuma günü Türk donanması kabiliyetlerini birkaç kat artıracak gemilerine kavuştu. TCG İstanbul, TCG Derya, TCG Üsteğmen Arif Ekmekçi ve Marlin S-İDA ile insansız silahı hava araçlarında olduğu gibi Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kabiliyetlerini bir üst lige taşındı. Bu deniz platformları yalnızca Türk donanmasının günümüz ihtiyaçlarını karşılamakla kalmıyor. Türkiye’nin 1990’lı yıllardan itibaren harekete geçirdiği MİLGEM ( Milli Gemi ) Projesi’nin tüm komplo ve engelleme girişimlerine meydan okumasının da anıtsal ifadesi.
TÜRKİYE MİLLİ GEMİLERİ İÇİN BEDEL ÖDEDİ
MİLGEM fikrine ivme kazandıran merhum Deniz Kuvvetleri eski Komutanı Oramiral Özden Örnek, FETÖ’nün Türk Silahlı Kuvvetleri’ne kurduğu kumpaslar zincirinin hedeflerinden biri olmuştu. “Balyoz Kumpası”ndan beraat ederek aklanan Oramiral Örnek bu süreçte sağlığını yitirmiş 2018 yılında vefat etmişti. FETÖ maşasıyla MİLGEM’e yapılan saldırılar bununla da kalmamış, bu projede rol oynayan subay, mühendis ve bürokratların içerisinde bulunduğu 56 kişiyi itibarsızlaştırma hedefiyle 2011 yılında İzmir merkezli olarak “Askeri casusluk ve şantaj” davası gündeme gelmişti. Dava süreci 2016 yılında tüm sanıklar aleyhinde sahte deliller üretildiğinin tespit edilmesi ve beraatleriyle noktalandı. Mavi Vatan’ı koruma sorumluluğunu üstlenen bu gemiler için her alanda ödenen bedeller yakın gelecekte Türk halkı tarafından daha iyi anlaşılacaktır.
UFUKLARIN ÖTESİNE ULAŞMAK
Peki İstif Sınıfı ilk firkateyn TCG İstanbul, TCG Anadolu’nun ardından donanmamızın ikinci büyük gemisi unvanını kazanan TCG Derya ( Denizde İkmal Muharebe Destek Gemisi ), Lojistik Destek Gemisi Projesi’nin ikinci örneği TCG ÜTĞM. Arif Ekmekçi ve dünyada başka bir örneği olmayan elektronik harp kapasitesine sahip su üstü insansız deniz aracı Marlin S-İDA’nın Türkiye için anlamı nedir?
Bu sorunun en güzel cevabı Savunma Sanayi Başkanlığı’nın bu deniz platformları için hazırladığı tanıtım filminin hemen başlangıcında yer alıyordu: Ufukların Ötesine Ulaşmak… Günümüzde dünyanın stratejik deniz geçitlerinde ve çevremizdeki denizlerde jeopolitik mücadelenin şiddetlendiği bu iklimde Türkiye sınırlarının ötesindeki gelişmelerle de yakından ilgilenmek, ticaret yollarını her yönde korumak için gereken tedbirleri almak mecburiyetinde.
Unutulmamalı ki 15’inci yüzyılda Avrupa’daki krallıkları coğrafi keşifler yapmaya iten en önemli sebep, Osmanlı İmparatorluğu’nun Asya-Avrupa ticaret yolu üzerinde kurduğu hakimiyetti. Portekizliler, İspanyollar ve Cenevizliler Hindistan’a yeni bir ticaret yolu bulabilmek umuduyla yelken açarak, Afrika kıtasının güneyindeki Ümit Burnu’nu, Hindistan olduğu zannıyla Amerika kıtasını, Amerika kıtasının en güneyindeki Macellan Boğazı’nı keşfettiler. Dünyanın yuvarlak olduğunu ispatladılar. Her ne kadar Osmanlı’nın geri kalmışlığına kafa yorulurken Avrupa’da 1450 yılından itibaren yaygınlaşan matbaanın Osmanlı topraklarına geç ulaşmış olması başlıca sebep olarak işaret edilse de, kanaatimce meselenin özünde Osmanlı’nın okyanus denizciliğindeki ( açık deniz gemiciliğine ) gelişmelere yabancı kalması yatmaktadır.
AÇIK DENİZ GEMİCİLİĞİNE YABANCI KALMAK
Fatih Sultan Mehmet’in Kırım’ı fethiyle 15’inci yüzyılda Karadeniz, Barbaros Hayrettin Paşa ve yoldaşları sayesinde 16’ıncı yüzyılda Akdeniz “Türk Gölü” haline geldi. Sömürgeci olmayan, yağmaladığı topraklardan altın ve diğer hammaddeleri taşımak gibi bir gayesi bulunmayan Osmanlı İmparatorluğu iç denizlere hakim olması hasebiyle kürek ve yelkenle hareket eden kadırga, firkate, mavna ve kalyata tipi araçlarla yetinmişti. Bu gemiler gerek ikmal ihtiyaçları gerek boyutları itibarıyla kıyıya yakın seyretmek zorundaydılar. Avrupalılar ise 15’inci yüzyılın ikinci yarısından itibaren, ikmal için haftalarca kıyıya uğramak zorunda kalmayan, okyanusları aşabilen gemiler üretti. 19’uncu yüzyılın başında endüstri devriminin sağladığı olanaklarla Avrupa buharlı ve zırhlı gemiler çağını açarken Osmanlı ancak kalyon inşa etmeye başlayabildi. Donanmalar arasında giderek açılan bu fark, 19 ve 20’inci yüzyılda Kuzey Afrika, Ortadoğu, Balkanlar ve Karadeniz’deki savaşlarda Osmanlı İmparatorluğu’nun mücadeleye 1-0 yenik başlamasını da beraberinde getirdi. İtalya’nın Libya topraklarını işgali sırasında donanması işlevsiz kalan Osmanlı ordusu, 20’inci yüzyılın en hayati kavramı olan “güç aktarma”, yani askeri gücünü Kuzey Afrika’ya taşıma imkanı bulamamış Enver Bey ve Mustafa Kemal gibi idealist subaylar gönüllü olarak, kimliklerini de gizlemek suretiyle bu diyarlara karayolunu kullanarak savaşmaya gitmek zorunda kalmışlardı. Cumhuriyet dönemine geldiğimizde ise deniz gücünde yaptığımız atılımlara rağmen, İkinci Dünya Savaşı sonrasında başlayan “hibe” hastalığı, hava ve deniz kuvvetlerimizde olduğu gibi deniz kuvvetlerimizdeki gelişmeyi de akamete uğrattı. ABD ve İngiltere’nin hibe ettiği ve ilk yıllarda “tatlı” gelen uçaklar, gemiler ve tanklar 1960’lı yıllardan itibaren Türkiye’ye karşı siyasi ve diplomatik şantaj aracı haline geldi. Türkiye 1970’lerden itibaren parasını verip savaş uçağı almak suretiyle, ikinci el Amerikan savaş uçakları yerine dönemin teknolojik imkanlarına doğrudan ulaşma yolunu tercih etti. Bugün ise F-35 projesi örneğinde gördüğümüz gibi siyasi ve diplomatik şantajlara pabuç bırakılmadığında parasını ödediğimiz uçakları alamadığımızı, bedelini ödediğimiz projelerden dışlandığımıza şahit olduk. İşte mili savaş gemilerimiz bir yönüyle de 75 yıl süren hibe ve savunma sanayinde dışa bağımlılık kanserinin sonu anlamına geliyor. Türkiye MİLGEM ile Washington’dan yönlendirilen siyasi ve diplomatik şantaj döngüsünü kırma imkanını yarattı. Yunanistan’ın bugün Türkiye ile yarışabilmek adına Fransa, Almanya, ABD ve İngiltere savunma şirketlerine döktüğü paralara ve bu ülkelerin ikinci el gemilerinin hibe edilmesi için attığı taklalara baktıkça 19 Ocak günü yaşanan gelişmenin değeri daha iyi anlaşılacaktır.