Zaman Değirmeni

Zamansız bir çığlıktı, yankısı sisler arasında kaybolan. Güneşini yitirmiş mevsimler gibiydi kendi içine kapanan. Yağmur saçlarıyla oynamıyor, rüzgâr yanağına dokunmuyordu eskisi gibi. Bu, dalından düşen yaprakların, yuvasından uçan kuşların, evinden ayrılan çocukların, kendine yabancılaşan insanların hikayesidir.Bu, kendi üstüne kapanan şehirlerin, ruhunu yitirmiş kentlerin hikayesidir. Bu, birbirinden pek bir farkı kalmayan geceyle gündüzün, iyiyle kötünün, güzelle çirkinin, doğruyla yanlışın hikayesidir. Bu, insanın hikayesidir; bu, hepimizin hikayesidir. Parklarda salıncaklar boştu ve çocuklar koşmuyordu sokaklarda. Deniz çok uzaklardaydı ve dalgaların sesi ulaşamıyordu ara sokaklardan daracık balkonlara. Gri bulutlar tembel tembel dolaşıyordu evlerden bozma apartmanların çatılarında. Kuşlar yoktu, mavi yoktu, şarkılar susmuştu, gemiler gitmişti. İnsanlar bekliyordu, insanlar gülmüyordu, insanlar konuşmuyordu. Çaylar bardaklarda soğuyordu, sözler ağızlarda. Çocuklar sokak aralarında ölüyordu, umutlar yüreklerde. Çiçekler saksılarına küsmüşlerdi, insanlar kendilerine. Takvimlerden yıllar, yıllardan aylar, aylardan haftalar, haftalardan günler, günlerden saatler, saatlerden dakikalar, dakikalardan anlar eksilip duruyordu. Zaman keskin ve acımasız bir ustura gibi yılları, ayları, haftaları, günleri bir daha geri gelmemek üzere dipsiz ve karanlık bir kuyuya doğruyordu. Çığlıklar yetim, haykırışlar sahipsiz, bağırışlar garipti. Karanlığın koyu gölgesi, üstüne düştüğü her şeyi sessizce yutuyordu. Bir sis, ıslak bir yorgan gibi örtüyordu bir gölgeden farksız olanların üzerini. Tuhaf bir sessizlik dalga dalga sokaklardan, caddelere, bulvarlara akıyor, sonra da kayboluyordu. Kalabalıklar, kitleler halinde büyük yığınlara, onlarsa küçük gruplara bölünerek rüzgârın önündeki yapraklar gibi savruluyorlardı öteye beriye istemsizce. Yanıp sönen neonlar, adım başı yerleştirilmiş trafik lambalarının ışıkları, oraya buraya koşturan ambulanslardan etrafa saçılan şıklar, sıkışan trafikteki binlerce yorgun ve bitkin aracın camlarından yansıyan ışık resitalleri bile havadaki kasveti dağıtmaya yetmiyordu. Herkes kendi hikâyesinin kahramanıydı ve hepimiz kendi düşlerimizin tutsağı. Kim isterdi ki yarım kalan bir hikâyede güneşin batışını seyretmek ya da dalgaların kumsalla kucaklaşmasına şahit olmak? Hem her hikâye mutlu sonla bitmiyordu ki! Adı üstünde hikayeydi bu; hayata benzerdi de benzemezdi de. Su akıp yatağını bulabilirdi de bir gölet yahut barajda bendini yıkıp bağrına yürüyeceği, ona can suyu olacağı toprağı bekleyebilirdi de. Ama hikâyeydi bu, belli mi olur bir bakarsın olmaz denilenler oluverirdi bir anda, bir bakarsın olacakmış gibi olanlar olmazdı. Hayat da böyle değil miydi aslında? Hayat dediğimiz biraz ağlamak biraz gülmek, biraz düşmek biraz kalmak değil miydi? Yaşam dediğin biraz oyalanıp bir ağacın altında sonra da gitmek değil miydi? Aynı zamanda yaşam silinmez izler bırakmak da değil miydi arkamızda? Ve hayat güzel hatıralar biriktirmekten başka neydi ki şunun şurasında?