Zamana ve Zamansızlığa Dair

Zamanı hepimiz bir şeylere benzetmişizdir. Kimimiz köprünün altından akıp giden sulara, kimimiz ömürden eksilen takvim yapraklarına, kimimiz yaydan çıkmış bir oka, kimimiz de tepemizde salınıp duran bir sarkaca. Hangimizin zamana dair bir düşüncesi yahut bir teorisi olmamıştır ki? Hayatımızı yavaş yavaş istila eden, ruhumuzu dört bir yandan kuşatan zamanın tahakkümüne direnebilmek için insanoğlunun zamanla yarışının trajikomik öyküsünden gerekli dersleri çıkardığımızı söyleyebilmek pek de mümkün gözükmüyor! Zamana hükmedemesek de onun bize tahakkümüne direnebiliriz eylemlerimizle. Bir andan kocaman asırlara kadar uzanan zaman yelpazesinin kıvrımlarında bir farkındalık oluşturmak istiyorsak şayet yılları, ayları, haftaları günleri değil; saatleri, dakikaları hatta saniyeleri bile çok iyi değerlendirebilmeliyiz. Bunun için atılabilecek ilk ve en doğru adımlardan biri, harcaya harcaya bitmez sandığımız zamanı, en büyük düşmanından- ‘boş vakit’ten- kurtarmak olabilir, mesela! Zamanı durdurmak ve geri sarmak mümkün değilse de zaman yönetimini pekâlâ başarabiliriz. Zamanı nerede, kiminle ne şekilde ve ne kadar kullanacağımızı kendimiz tayin edebilme gücüne sahip olduğumuzu asla unutmamalıyız. Zamanın elinde bir oyuncak mı olacağız yoksa sınırlı zamanımızı sonsuzluğa mı devşireceğiz? Zamana teslim mi olacağız yoksa zamanda iz mi bırakacağız? Şairin ‘Zamana Adanmış Sözler’ine kulak mı tıkayacağız yoksa kulak mı kabartacağız? Bu satırları tepelerin ardından vedaya hazırlanan akşam güneşinin sıcaklığını yüzümde hissederek bir bankın üstünde yaşamdan daha ne kadar bir zamanım kaldığını bilmeden yazıyorum. Oysaki bir saat öncesine kadar öğrenci ve servis kalabalığının taştığı bahçede şimdi devasa bir sessizlik hüküm sürmekte, ara sıra uzaklardan geçen araçlardan yayılan gürültüyü ve sağda solda tatlı tatlı ötüşen kuş cıvıltılarını saymazsak. Zaman adlı canavarı resmetmek için bundan ala ironiyle karışık başka bir manzaraya gerek olduğunu düşünmüyorum ibret nazarıyla bakabilenler için. Zaman sadece geride bıraktıklarıyla değil vaat ettikleriyle de kendisine gönüllü köleler ordusu kurabilecek illüzyona ve maharete sahip olduğunu milyonlarca kez ispat etmiş olmasına rağmen akıllanmamakta göstermiş olduğumuz dirence şaşmamak elde mi? Mademki zaman değirmeni hiç durmaksızın önüne geleni öğütmeye devam ediyor; öyleyse bizler de en azından sapla samanı birbirinden ayırabilecek donanımları kazanalım artık bi zahmet! Belki de zamanın bizleri darmadağın etmesinin sebeplerinden biri de içimizdeki cevherin ortaya çıkmasına ön ayak olmaktır! Kimsenin zamanın eline su dökebilmesi mümkün değilken bunca koşuşturmacaya hacet neden? İnsanoğlunun kendisini her şeyin patronu sanan üsten bakışının bir kurbanı da siz olmak istemiyorsanız, zamanla ilgili aldatmaca ve vaatlere kulak tıkamanın vakti geldi de geçiyordur, belki de! Zamanın göreceli olduğun anlamak için ne Einstein olmaya gerek var ne de bir ağacın altında bir ömür beklemeye. Zaman okyanusunda boğulmamak için vaktimizi sağlam bir yelkenli haline getirmek mecburiyetindeyiz. Ancak yelkenlerini güçlü ve doğru rüzgarlarla doldurabilenlerin zaman girdabında bir şansları olabilir. Yoksa hayatımız zaman adlı heyulanın bizi nerede, ne zaman yutacağını beklemekle geçer ki o da zaman bataklığında çırpındıkça daha da derinlere batan umutsuzlar kervanına eklenen istatiksel bir veriden başka bir anlam taşımayacaktır, maalesef. Zaman yolcusu olduğunu unutup zamanda yolculuk hayaliyle yanıp tutuşanlara Müslüm babadan ‘Tutamıyorum Zamanı’ şarkısı eşliğinde, hazır ramazanken ‘Her geceyi Kadir her gördüğünü Hızır bil’ ikazını orucumuzu zedelemeden yapalım ki bayramımız şenlik ve esenlik içinde geçiversin! Zamanın ruhunu anlayabilenlerden olabilmek umuduyla…