Gök ağır ağır kaldırıyordu tülbendini. Hikâye anlatmanın da bir vakti vardı, hissediyordu. Kalbinden geçenleri dili olduğu gibi söylesin istiyordu. Ama biliyordu ki hiçbir zaman iyi bir hikâye anlatıcısı olamayacaktı. Çünkü gayet iyi biliyordu ki sınırları önceden çizilmiş bir yaşamda, bilincin çeperlerini boğan normları aşabilecek yetkinlikleri, sözüm ona ahlaki yapılarca çoktan kadük hale getirilmişti.Bundandı anlatacağı her hikâyenin birazcık kırık, birazcık eksik, birazcık da puslu oluşu. Tozlanmış ve sararmış siyah-beyaz fotoğraflardan farksızdı anlatacakları. Hem kim kulak kabartırdı ki zamansız sözlere? Elleri vardı, parmakları minicik. Gözleri vardı, kaybolurdunuz derinliklerinde. Gözleriyle konuşurdu, sımsıcak bir sesi vardı. Gözleri bazen bir duygu sağanağıydı bazen de bir düşünce tufanı. Buğusu hala üzerinde tüten bir bardak çay gibiydi nefesi. Elleri, büyük işlere aday olmanın heyecanıyla yerinde duramazdı. Parmakları zarifti bir çiçeği tutuyormuş gibi. Ve güçlüydü parmakları hiddetlendiğinde tuttuğu eli acıtacak kadar. Kararlıydı elleri, tutarlıydı sözleri, sonsuzdu düşleri. İnsanın sevgiyle imtihanında gelen her gün, geçen günleri mumla aratıyordu handiyse. Sınanmak için mi seviyor, seviliyordu insanoğlu? Ki sevmek öyle sanıldığı gibi isteyerek, niyet koyularak gerçekleşen bir şey de olmasa gerekti. Ama kalpti bu ne zaman bilirdi ne mekân. Ne gece gözetirdi ne gündüz. Ne büyük tanırdı ne küçük. Ne engelden anlardı ne amandan. Ne siyah derdi ne de beyaz. Talep eden ödeyeceği bedele de baştan razı oluyordu bir yerde. Zorla güzellik olmadığı gibi tek çiçekle bahar da gelmiyordu. Bilmek yetmiyordu burada, konuşmak çözüm olmuyordu, susmak, susmak, susmak. İnsanın insanla ve insanın kendisiyle olan sınavında sorular çokça bilinmedik yerlerden çıkıyordu. Hazır cevaplar derde derman olmadığı gibi yarayı daha da kanatıyordu. Dağlanmayan yaraların acısıyla çalınmadık kapı bırakmamaksa; bataklıkta kendini, kendi saçından tutup çıkarmaya çalışmak gibi trajikomik bir vodvile dönüşüyordu. Oysaki gürül gürül bir hayat vardı dışarıda. Bir şekilde ona karışabilmekti esas olan. Ancak elimizi verince kolumuzu kaptırmakta vardı işin sonunda. Korkuyla yaşanmazdı elbet. Yaşanmazdı ama bir kez sürüye karıştın mı bir daha kendin olamamak da vardı günün sonunda. Ve vazgeçtiklerimiz, kazandıklarımıza değecek miydi?Dünyanın Mevlana’nın deyişiyle, neden aşktan, muhabbetten yaratıldığını şimdi daha iyi anlıyorum. Çünkü muhabbet(sevgi) öylesine enteresan, öylesine kabına sığmayan güçlü bir duygu ki sadece kalpte konaklayabilir ve ancak kalpte muhafaza edilebilir. Kalp hem tıbben hem de manen insana verilmiş en büyük armağan kıymetini bilebilene! Tıpla ilgili kısmı sahanın uzmanlarına havale edip bizi her defasında çırak çıkaran -bu yolda galiptir mağlup- kalbin manevi kısımlarında boyumuzdan büyük sorulara kendimizce cevaplar aramaya devam edelim.Ey muhabbet, sen nasıl bir şeysin ki kendinden başkasının gölgesine bile tahammülün yok. Nasıl bir kudretin var ki insanı sadece kendinle kaplıyorsun da başka hiçbir şeye yer bırakmıyorsun? İnsanın gören gözü, yürüyen ayağı, tutan eli, atan kalbi, konuşan dili oluveriyorsun bir anda? Sevmek mi sevilmek mi bir yerden sonra ne kadar da anlamsız bir hal alıyor. Senin iyileştiremeyeceğin yara, çözemeyeceğin sorun, üstesinden gelemeyeceğin bir mesele sanmam ki olsun. Sihirdi büyüydü, şuydu buydu hepsi hikâye senin yanında; hepsi acemi birer çırak, hepsi birer kuruntu, hepsi birer söz kalabalığı, hepsi birer avuntu.Ay bile karanlık senin ışığının yanında Güneş bile soluk. Sensin kelimelere can, sensin cümlelere ruh. Sen varsan kokuyor çiçekler, sen varsan şakıyor kuşlar. Sensiz bir anlamı yok renklerin, sensiz bir anlamı yok seslerin.Zamana hükmü geçen de sensin, zamana direnebilen de sen. Zamanı aşabilen de sensin, zamanda iz bırakabilen de sen. İnsanı, insan kılan da sensin; insanı vezir eden de sen rezil eden de sen. Zamanın ruhunu anlayabilmek dileğiyle…